İstiğna - 2

İSTİĞNA

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz S.A.V yaşadığı zühd ve takvâ hayâtıyla darlıkta olduğu gibi bollukta da dâimâ aza kanaat eder, ALLAH Teâlâ'ya şöyle ilticâ ederdi.

ALLAH'ım! Muhammed âilesinin azığını kifaf miktarı (yetecek kadar) kıl. (Buhâri, Rikak, 17)

Yine Hz Âişe (r.anhâ) 'nın anlattığına göre Ensâr'dan kendisini ziyârete gelen bir kadın, Rasûlullâh'ın yatağının katlanmış bir şilteden ibâret olduğunu görünce, koşarak evine gidip içi yün dolu bir yatak getirmişti. Yatağının değiştiğini gören Hz Peygamber S.A.V bundan hoşlanmadığını belirterek Hz, Âişe'ye:

Yâ Âişe! O yatağı geri ver. ALLAH'a yemin ederim ki, şâyet isteseydim ALLAH altın ve gümüşten dağları benimle yürütür, emrime verirdi. buyurmuştur. (Ahmed bin Hanbel, Kitâbü'z-Zühd, s.30)

Hayat ve hâdiseler karşısında bu nebevi üslûbu benimseyenlerin şiârı olan zühd ve takvâ bâzen yanlış anlaşılmaktadır. Bunların, dünya nimetleri ve zenginlikten tamamen el etek çekmek olduğu zannedilmektedir. Hâlbuki ancak varlıkla ifâ edilebilen mâli ibâdetler de Hak katında çok kıymetlidir. Kur'ân-ı Kerim'de 200 yerde infak kelimesi geçmektedir. İslâm'ın beş temel esâsından ikisi olan hac ve zekâtın ifâsı, dinen zenginliğin asgari ölçüsü sayılan nisâb miktarı dünyalığa sahip olmakla mümkündür. Ayrıca veren el'in alan el'den üstün olduğu yolundaki İslâmi kâide de bu ibâdetlerin nisâbına sahip olmayı teşvik eden diğer bir keyfiyettir. O hâlde zühd, dinin teşvik ettiği bir husûsa aykırı olamaz.

Günah ve gaflete düşmek korkusuyla dünya nimetlerine müstağni davranmanın, zühd ve takvâ icâbı olduğu bir gerçektir. Lâkin, bu istiğnâ kalbidir; fiili zâhiri değildir. Yâni zühd ve istiğnâ, dünya nimetleri ile megûl olmakla birlikte onları kalbe sokmamaktır. Bu itibarla zühd, fakirlik değil; zengin fakir her mü'mine gereken kalbi bir tavırdır.

İlâhi takdir neticesinde zâhiren fakr u zarûret içinde yaşayan bir kimse, kalben dünyevi arzular peşinde sürüklenmekteyse, zühd ve istiğnâ ehli sayılamaz. Zirâ zühd ve istiğnâ, kaderin sevkiyle mecbûren aza kanaat değil; irâdi olarak kalbi dünyaya esir olmaktan muhâfaza etmektir.

Nitekim şu kıssa, bu düstûru ne güzel izâh etmektedir:

Şâh-ı Nakşibend Hz'lerinin yetiştirdiği büyük velilerden Muhammed Pârisa Hz, hacca giderken yolu üzerinde uğradığı Bağdat şehrinde genç bir sarrafa rastlar. Gencin birçok müşteriyle durmadan alışveriş hâlinde olup zamanını aşırı dünyevi meşgûliyetlerle geçirdiğini zannederek üzülür. İçinden:

Yazık Bu delikanlı Hakk'a kulluk edeceğine mâsivâ ile meşgûliyete dalmış!.. der. Fakat gencin kalbine nazar edince hayretle görür ki, âzâlar dünyevi meşgûliyette, kalb ise Rabb'iyle berâber ve zâkir durumda..

Bu sefer:

MâşâALLAH! El kârda, gönül yarda!.. buyurarak genci takdir eder.

Hicaz'a vardığında da Kâbe'nin örtüsüne sarılmış içli içli ağlayan ak sakallı bir ihtiyarla karşılaşır. Önce adamın yana yakıla Cenâb-ı Hakk'a yalvarmasına ve dış görünüşüne bakarak:

Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk'a ilticâ edebilsem. der ve adamın hâline gıpta eder.

Sonra onun da kalbine nazar edince görür ki, bütün duâ ve ağlamaları, fâni bir dünyalık talebi içindir. Bunun üzerine rakik kalbi, mahzun olur.

Kıssadan da anlaşılacağı gibi mühim olan; dünyevi meşgaleleri, âhireti ihmâl etmeksizin devâm ettirebilmektir.

YORUM EKLE