HAKKA VE HAYRA DAVETİYE
Tebliğ vazifesinde bulunacak her mü'minin, önce kendi şahsiyetini ikmâl etmesi gerekir. Zirâ insanları hakka ve hayra irşâd için en tesirli vâsıta; hakkın hayrın, fazilet ve doğruluğun, canlı ve müşahhas bir timsâli hâline gelmektir. Buna göre, hidâyet dâvetçisinin evvelâ kendisinin sırât-ı müstakim üzere olması şarttır. Tebliğin kâmil mânâda müessir olması ise, "itmi'nâna ermiş bir kalb" ile mümkündür. Çünkü bu mânevi kıvâma ulaşan zâtlar, sonsuzluğun vecdi içinde yaşadıklarından, onların nazarında fâni haz ve lezzetler câzibesini yitirmiştir. Bu yüzden de tebliğ vazifesini fânilerden herhangi bir menfaat ummak ve nefse pay çıkarmak için değil, sırf ALLAH rızâsı için yâni ihlâs ile ifâ ederler. Bu keyfiyet, aynı zamanda Peygamberlerin ahlâkına âit bir husûsiyettir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de tebliğ ile ilgili olarak:
Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabb'idir. (eş-Şuarâ, 180) âyet-i kerimesi gibi, bu nebevi ahlâka işâret eden pekçok ilâhi beyan bulunmaktadır.
Dinimizde hayra dâvet ve kötülüklerden sakındırma vazifesine, "emr-i bi'l-mârûf ve nehy-i ani'l-münker" adı verilir. Bu husustaki ilâhi emir, âyet-i kerimede şöyle beyân edilmiştir:
Sizden, hayra dâvet eden, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. (Âl-i İmrân, 104)
Hakkı bâtıldan, hayrı şerden, fazileti rezâletten, olgunluğu hamlıktan ayırabilmek için yegâne kıstas; dinin sesi yâni ALLAH ve Rasûlü'nün emirleri ve tavsiyeleridir. Bu sesi yükseltmek, her mü'minin öncelikli vazifelerindendir.
Cenâb-ı Hak, bir âyet-i kerimede de tebliğ vazifesinin büyük bir cihâd olduğunu şu şekilde bildirmektedir:
(Rasûlüm!) Kâfirlere aslâ boyun eğme ve bununla (bu Kur'ân ile) onlara karşı olanca gücünle büyük bir mücâhede ver! (el-Furkan, 52)
Hakikaten bu büyük mücâhede emrinin, henüz mü'minlerin müşriklerle mücâdele edecek güçlerinin bulunmadığı Mekke döneminde, yâni cehâletin dehhâmeleştiği, (büyükleştiği) sapıklığın kudurduğu, fesat ve anarşinin hortladığı, küfür ve ilhâdın (dinsizliğin) saltanat kurduğu bir devirde gelmiş olması, cihâdın en mühim mânâlarından birini ortaya koymaktaydı ki, bu da Kur'ân'ı Kerim'in tebliği idi. Zirâ o dönemde mü'minlerin zâlimlere ve düşmanlarına karşı ne savaşacak kadar güçleri, ne de ellerinde askeri teçhizatları vardı. ALLAH'ın kelâmından başka ellerinde hiç bir şey yoktu. O hâlde âyet-i kerimede bildirilen bu büyük mücâhede ve gayretin yegâne yolu, Kur'ân-ı Kerim'in tebliği idi.
ALLAH Rasûlü S.A.V bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:
Sâdece şu iki kimseye gıpta edilir: Biri, ALLAH'ın kendisine Kur'ân verdiği ve gece gündüz onunla meşgul olan (onunla yaşayıp tebliğ eden) kimse, diğeri de ALLAH'ın kendisine mal verdiği ve bu malı gece gündüz O'nun yolunda infak eden kimse. (Buhâri, İlim, 15; Müslim, Müsâfirin, 266)